Anadolu’nun gözlerden uzak, taş evlerin arasına gizlenmiş bir dağ köyünde geçer bu hikâye. Köyün adı Karanlıkkaya’dır ve adını, yamacındaki simsiyah taşlarla kaplı kayalıklardan alır. Eskiden bu köyde 30-40 hane yaşarmış ama şimdi sadece yaşlılar ve birkaç inatçı aile kalmış.
Köyün ortasında, kimsenin yaklaşmadığı eski bir kuyu vardı. Kuyu çok derindi ve suyunun zehirli olduğu söylenirdi. Yıllar önce bir çoban oraya düşmüş, cesedi asla bulunamamıştı. O günden sonra kimse yaklaşmaz olmuştu. Rivayetlere göre o kuyudan geceleri ağlama sesleri, bazen de birinin dua ettiğine benzer mırıltılar duyulurdu.
Gelin görün ki, köye yeni taşınan genç bir çift, Derya ve Yasin, bu efsanelere pek kulak asmazdı. Şehirden bıkmış, doğayla iç içe yaşamak istemişlerdi. Köyde dedelerinden kalma bir evi onarıp yerleştiler. Her şey çok güzel gidiyordu, ta ki Derya bir gece rüyasında o kuyuyu görene kadar.
Rüyasında kuyuya doğru yürüyordu. Kuyudan bir kadın sesi ona sesleniyor, “Beni çıkar… çok soğuk… çok karanlık…” diyordu. Uyandığında titriyordu. Sabah Yasin’e anlatınca, o sadece güldü:
“Hayatım, bu köyde böyle saçma efsaneler çoktur. Takma kafana.”
Ama rüyalar her gece tekrarlanmaya başladı. Derya her seferinde kadını biraz daha net görüyordu. Sıska, çamura bulanmış yüzlü, gözleri simsiyah bir kadındı. Artık seslenmiyor, sadece gözlerini dikip bakıyordu.
Bir gece Derya uykusunda yürümüş. Yasin onu kapının önünde, çıplak ayakla kuyunun başında buldu. Gözleri açıktı ama hiç tepki vermiyordu. Onu zorla içeri götürdü. Ertesi sabah Derya’nın ayakları çamur içindeydi, gözlerinin altı morarmıştı.
“Yasin, o kadın artık sadece rüyama değil, odama da geliyor…”
O gece uyumamaya karar verdiler. Işıkları açık bıraktılar. Sessizlik bir çivi gibi odaya saplanmıştı. Saat 03:12. Derya birden doğruldu. Gözleri yine donuktu.
Yasin endişeyle, “Derya?” dedi.
Ama Derya’nın ağzından çıkan ses ona ait değildi. Kalın, yankılı, boğuk bir sesle, “Çıkar beni buradan,” dedi.
Ertesi sabah, köylüler uyandığında kuyu başında tek başına oturan Yasin’i buldu. Derya yoktu. Ayak izleri kuyunun kenarında bitiyordu. Yasin konuşamıyordu, donmuş gibiydi. Gözleri hâlâ kuyudaydı.
Köylüler o günden sonra kuyuyu taşlarla kapattı. Yasin bir süre sonra akıl hastanesine yatırıldı. Derya’nın cesedi hiç bulunamadı.
Ama bazı geceler… saat tam 03:12’de… taşların altından gelen boğuk bir ses duyuluyor hâlâ:
“Çıkar beni buradan…”
Yasin’in akıl hastanesine yatırılmasından sonra Karanlıkkaya Köyü iyice sessizleşti. Herkes kuyu hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Ama taşların altına gömülen sır, orada öylece kalmaya hiç niyetli değildi…
Bir gün köye genç bir gazeteci geldi. Adı Elif’ti. Şehirde çalışan bir araştırmacıydı, doğaüstü olaylara meraklıydı. Karanlıkkaya hakkında eski gazete küpürlerini, Derya’nın kayboluşunu ve kuyuyla ilgili söylentileri okumuştu. Herkesin unuttuğu şeyi gün yüzüne çıkarmak istiyordu.
Köye gelir gelmez yaşlı Muhtar Hakkı Dayı ile konuştu. Hakkı Dayı başta konuşmak istemedi, ama Elif ona Derya’nın yüzünü gösteren rüyalar gördüğünü söyleyince gözleri büyüdü.
“Sen de mi?” dedi sadece.
Elif, kuyunun olduğu yere gitmek istedi. Hakkı Dayı önce karşı çıktı ama sonunda ona tek bir cümleyle izin verdi:
“Gidersin… ama geceyi orada geçirme. Ne duyarsan duy, yaklaşma.”
Ama Elif’in aklını o cümle bile caydırmadı. O gece çadır kurdu, kuyunun kapatıldığı taşların hemen yanına. Kaydını açtı, kamerasını yerleştirdi. Saat ilerledi… 03:00… 03:07… 03:12…
Ve o anda…
Taşların arasından bir inleme geldi. Düşmeyle değil, boğulmayla değil… bir dua gibiydi önce. Sonra bir çığlık:
“ELİF!”
Kamera dondu. Işıklar titredi. Elif çadırın içinden fırladı, ne olduğunu anlamaya çalışırken kuyunun başında Derya’yı gördü. Ama bu, o eski Derya değildi. Gözleri simsiyah, elleri çamurla kaplıydı. Elif çığlık attı ama sesi çıkmadı.
Derya usulca fısıldadı:
“Ben buradan çıkamadım… ama sen gireceksin.”
Bir güç Elif’i taşlara doğru çekmeye başladı. Ayakları sürtünerek ilerliyordu. Kuyu, onu içine istiyordu. Elif son anda cebindeki muskayı hatırladı. Babaannesinin yıllar önce verdiği, içine okunmuş eski bir tılsım.
Muskayı kuyunun üstüne bastırarak bağırdı:
“Senin yerin burası değil! Dön geldiğin yere!”
Bir uğultu, bir rüzgâr… ve sonra… sessizlik. Derya’nın silueti buğulu bir duman gibi dağıldı. Kuyu yine sessizliğe gömüldü.
Elif sabah köyden ayrıldı. Kamerasındaki kayıt bozulmuştu. Ama cebindeki muska, artık simsiyah yanık bir iz taşıyordu.
Ve o gün bugündür…
Karanlıkkaya’da saat 03:12‘de hâlâ taşların altından tek bir kelime duyulur:
“Sır hâlâ burada…”